Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’un son askerî geçitte tanıttığı yeni balistik füze ve “tarihin en güçlü nükleer silahı” olarak nitelendirdiği sistem (Hwasong-20), uluslararası kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştır.
Bu gelişme, yalnızca teknolojik bir başarı iddiası olarak değil, aynı zamanda politik bir mesaj olarak da okunmalıdır.
Nükleer silahların tarihsel serüveni, caydırıcılıkla güvenlik arasındaki ince dengeyi sürekli tartışmaya açmıştır. Kim’in son açıklamaları, bu tartışmayı yeniden gündeme taşımış, özellikle Asya-Pasifik bölgesinde güvenlik endişelerini derinleştirmiştir.
Nükleer silah, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ortaya çıkan ve insanlık tarihinde bir dönüm noktası oluşturan bir güç unsurudur.
1945’teki Hiroşima ve Nagazaki bombalamalarından itibaren, nükleer kapasite yalnızca bir askerî araç değil, aynı zamanda bir “uluslararası statü göstergesi” hâline gelmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri, Rusya (eski Sovyetler Birliği), Çin, Fransa ve Birleşik Krallık gibi ülkeler, nükleer güçlerini bir tür ulusal prestij sembolü olarak kullanmışlardır.
Kuzey Kore’nin nükleer silahlanma süreci, 1990’lı yıllardan itibaren bu tarihsel çizginin farklı bir uzantısı olarak değerlendirilmelidir. Ülke, ekonomik izolasyon, ağır yaptırımlar ve diplomatik yalnızlığa rağmen nükleer kapasitesini geliştirmeye devam etmiştir.
Bu bağlamda Kim Jong-un’un “en güçlü nükleer silah” vurgusu, bir yönüyle bu tarihsel rekabetin devamı, diğer yönüyle ise iç politik meşruiyetini güçlendirme çabası olarak görülmelidir.
Kim Jong-un’un askeri geçitlerde sıkça kullandığı teatral üslup, sadece bir savunma stratejisinden ibaret değildir. Bu gösteriler, hem iç kamuoyuna hem de uluslararası topluma yöneltilmiş çok katmanlı mesajlar taşır. İçeride, rejimin gücünü, kararlılığını ve liderin otoritesini pekiştirir. Dışarıda ise “dokunulmazlık” imajını inşa eder.
Kuzey Kore, uluslararası sistemde marjinal bir aktör olarak görülmesine karşın, bu tür nükleer gösteriler aracılığıyla küresel gündemin merkezine yerleşmeyi başarır.
Nükleer silahın varlığı, rejim için adeta bir “hayatta kalma garantisi” işlevi görür. Dolayısıyla Kim’in bu açıklamaları, aslında nükleer silahı bir savaş aracı olmaktan çok, bir diplomatik koz olarak kullandığını göstermektedir.
Ne var ki bu strateji, uluslararası güvenlik anlayışı açısından ciddi riskler barındırır. Nükleer kapasitenin sürekli vurgulanması, bölgedeki diğer aktörleri özellikle Güney Kore, Japonya ve ABD’yi askeri dengeyi yeniden kurma yönünde kışkırtabilir. Bu da silahlanma yarışını hızlandırarak barış olasılığını zayıflatır.
Nükleer güç söylemi, her ne kadar “ulusal güvenlik” gerekçesiyle savunulsa da, etik açıdan tartışmalıdır; çünkü nükleer silahlar, doğası gereği yalnızca düşmanı değil, tüm insanlığı tehdit eder.
Nükleer silahların geliştirilmesi, kullanılmasa bile, psikolojik ve ekolojik bir baskı unsuru olarak varlığını sürdürür.
Kim Jong-un’un “tarihin en güçlü nükleer silahı” ifadesi, bu bağlamda, insanlığın geçmiş hatalarından yeterince ders çıkaramadığının da bir göstergesidir.
Soğuk Savaş yıllarında dahi, nükleer caydırıcılığın sınırları üzerine ciddi etik tartışmalar yapılmış, silah kontrol anlaşmalarıyla bu tehdit kısmen dengelenmeye çalışılmıştır; ancak Kuzey Kore’nin tek taraflı silahlanma eğilimi, bu çabaların zayıfladığını göstermektedir.
Bu durum, insanlık değerleri açısından bir paradoks yaratmaktadır: Güvenliği sağlama amacıyla geliştirilen bir silah, aslında güvensizliği kalıcılaştırmaktadır.
Kim’in açıklaması, bu etik çelişkinin somut bir örneği olarak tarihsel literatürde yerini alacaktır.
Birleşmiş Milletler’in nükleer silahların yayılmasını önleme çabaları, özellikle Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) ile sistematik bir çerçeveye oturtulmuştur; ancak Kuzey Kore, 2003 yılında bu antlaşmadan çekilerek, uluslararası normları açıkça ihlal etmiştir.
Bu bağlamda Kim Jong-un’un son açıklaması, sadece bir ülkenin askerî hamlesi değil, aynı zamanda uluslararası hukuka meydan okuma niteliği taşımaktadır. Bu durum, hukukun üstünlüğü ve küresel düzenin sürdürülebilirliği açısından ciddi bir sorun teşkil eder.
Uluslararası toplumun bu tür gelişmelere karşı ortak bir tepki geliştirememesi, güç dengesini hukuk yerine “silah dengesi” üzerinden tanımlayan bir dünyayı beraberinde getirmektedir.
Kısacası, nükleer silahların meşrulaştırılması, yalnızca güvenlik dengelerini değil, uluslararası adalet fikrini de aşındırmaktadır.
Kim Jong-un’un “en güçlü nükleer silah” söylemi, teknolojik bir gelişmeden ziyade politik bir meydan okumadır. Bu tür açıklamalar, nükleer gücün etik, insani ve hukuksal boyutlarını yeniden tartışmayı zorunlu kılmaktadır.
İnsanlık, nükleer silahların varlığını normalleştirdikçe, barış olasılığını biraz daha uzaklaştırmaktadır.
Kuzey Kore örneği, nükleer gücün bir savunma aracı olmaktan çıkıp, bir “varlık nedeni” hâline geldiğinde nasıl tehlikeli bir ideolojik boyut kazandığını göstermektedir.
Gerçek güvenlik, nükleer başlıkların sayısıyla değil, uluslararası işbirliği, diplomasi ve karşılıklı güvenle sağlanabilir. Bu nedenle Kim Jong-un’un tanıttığı silah, yalnızca Kuzey Kore’nin değil, bütün insanlığın güvenliğini sorgulatan bir uyarı niteliği taşımaktadır.
Ali SUNGUR
Yayınlanma Tarihi: 11.10.2025 / Saat: 19.54