Her sabah aynı saatte çalan bir alarm sesiyle başlar onun günü. Göz kapakları ağırdır ama kalkar; çünkü “mecburdur.” Yorgun bedenini sürükleyerek aynanın karşısına geçer. Yüzünde yılların bıraktığı izler vardır; kimisi derin bir çizgi, kimisi sadece solgun bir bakıştır. Bir zamanlar umutla parlayan o gözler, şimdi uykusuzluğun ve mücadelenin sessiz tanıklarıdır.

Bir bardak çay, belki bir dilim ekmek… Sonra koşuşturma başlar. Kalabalık caddelerde yürürken kimse fark etmez onu. Herkesin bir telaşı, bir derdi vardır. O da kalabalığın içinde kaybolur, sessizce geçer yanlarından; çünkü onun da dertleri vardır ama anlatmaz. Zaten kimin zamanı var ki başkasının yükünü dinlemeye?

O hep çalışır, hep bir şeylerin peşindedir; maaşını biraz daha artırmak, sevdiklerine daha iyi bir gelecek sunmak, borcunu kapatmak, belki bir ev almak, belki de bir nefeslik huzur bulmak için… O nefes bir türlü gelmez; çünkü hayat, sanki hep biraz daha çalış diyor ona. Biraz daha sabret, biraz daha dayan, biraz daha katlan…

O dayanıyor. Her defasında “belki yarın daha iyi olur” diyerek yeniden başlıyor; ama yarınlar geçiyor. Gençliği, sessizce ve kimse fark etmeden çekip gidiyor.

Bir zamanlar hayalleri vardı: Deniz kenarında oturup kitap okumak, sevdiğiyle uzun yürüyüşler yapmak, belki bir gün küçük bir bahçede çiçek yetiştirmek... Şimdi sadece faturalar yetişiyor, vergiler, borçlar, geçim derdi... Hayaller rafın tozlu köşesine kaldırılmış, “vakit olursa” denilen ama hiç vakti olmayan o uzak ihtimallerden biri olmuş.

O ise hâlâ ayakta.
Yorgun ama dimdik.
Tükenmiş ama inatla devam ediyor; çünkü pes etmek lüksü yok.

Birileri onun çabasına muhtaç; çocukları, eşi, ailesi... Belki bir kardeşin eğitim masrafı, belki yaşlı bir annenin ilacı, belki bir evin kirası…

O, kendi mutluluğunu çoktan askıya almış biri. Mutluluk, onun için artık bir görev değil; sadece başkalarına hediye ettiği bir şey.

Belki de bu yüzden kimse fark etmiyor onun içindeki sessiz çığlığı.
O güldüğünde, yüzünde yorgun bir tebessüm kalıyor.
O konuştuğunda, sesi sanki uzaklardan geliyor; ama yine de kimse sormuyor: “Sen nasılsın?”

O hep güçlü görünmek zorunda; düşse bile kalkmak, ağlasa bile susmak, yorulsa bile devam etmek zorunda.

Zaman akıyor.
Takvim yaprakları düşüyor, saçlarına aklar karışıyor.
Bir gün fark ediyor ki, gençliğini hiç yaşamamış aslında.
Hep ertelemiş. “Bir gün dinlenirim,” demiş; ama o “bir gün” hiçbir zaman gelmemiş.

Gözleri doluyor.
Bir aynaya bakıyor; karşısındaki kişi artık o değil.
Bir zamanlar hayalleri olan genç değil, sadece hayatta kalmaya çalışan bir yetişkin var orada.

İşte en acı tarafı da bu: O, yaşamayı unutmuş.
Sadece “idare etmeyi” öğrenmiş.
Sadece “dayanmayı.”
Sadece “katlanmayı.”

Yine de vazgeçmiyor...
Her sabah alarm çaldığında, yeniden kalkıyor.
Belki içi paramparça, belki ruhu yorgun ama hâlâ umutla giyiniyor; çünkü bir yerlerde onun emeğiyle nefes alan insanlar var.

Bir çocuk sıcak bir yatakta uyuyorsa, bir yaşlı ilaçlarını alabiliyorsa, bir evde akşam yemeği pişiyorsa o var olduğu içindir.

Bu yüzden o bir kahramandır.
Kimsesiz bir kahraman.
Adı geçmez, alkış almaz, ödül kazanmaz; ama dünyanın yükünü omuzlarında taşır.
Sessiz, sabırlı, dimdik…

O insanlara kızmayın.
Onları küçümsemeyin; çünkü onların sırtında, hepimizin rahat ettiği bir hayat var.
Onlar olmasa şehirler çalışmaz, evler ısınmaz, sofralar kurulmaz.
Onlar sadece kendi hayatlarını değil, bizimkini de taşırlar.
Belki farkında değiliz; ama onların yorgunluğu bizim huzurumuzdur.

Bir gün, bir sabah aynaya bakarken o yüzü hatırlayın.
Yorgun ama kararlı, bitmiş ama inatla ayakta duran o insanı.
Belki babanızdır, belki anneniz, belki eşiniz...
Belki de sizsiniz.

İşte o zaman bir durun.
Derin bir nefes alın; çünkü farkına varmak da bir tür saygıdır.

Belki, o an içinizde küçük bir minnettarlık belirir: Hayat, her şeye rağmen, o yorgun insanların omuzlarında dönüyor.


Ali SUNGUR

Yayınlanma Tarihi: 23.10.2025 / Saat: 23.23

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.