Her birimiz bir zamanlar doğanın özüydük. Fakat zamanla o saf hâlimizden uzaklaştık... Şehirlerin beton duvarları arasında, doğanın kalbi ne yazık ki giderek daha çok zorlanıyor. Fakat kimse dinlemiyor ya da belki duymak istemiyor. 

Toprak, sanki ellerinden tutmaya çalışan bir anne gibi çırpınıyor. Bir yudum su, bir nefeslik oksijen arıyor ama sen, ellerinle ona yük bindiriyorsun; plastik şişeler, kimyasal atıklar, egzoz dumanları… O an bir şeyler ölüyor. Kısa bir süreliğine o deniz sessiz kalıyor, birkaç kuş daha az öter oluyor, ağaçlar daha az şarkı söyler hâle geliyor. 

Biz hâlâ fark etmiyoruz; içimizdeki insana yabancılaştık. Bir zamanlar çimenler üzerinde yuvarlanan çocuklardık, şimdi ise asfalt yolların soğuk yüzeyine yapışmış, hızla koşan yabancılara dönüştük. 

O eski yeşil alanlar şimdi griye bürünmüş, solgunlaşmış; ama buna da gözlerimizi kapatıyoruz çünkü görmek, sorumluluk almak demekti, sorumluluk almak değiştirmek demekti. Belki de bunu istemiyoruz. 

Bir plastik poşet rüzgârla savrulurken, bir kuş başka bir yerde açlıkla savaşırken, bir ağaç kökleriyle daha derinlere gitmeye çalışırken, biz hâlâ daha fazla tüketiyoruz; ama doğa sessizce haykırıyor fakat biz onu işitmeye, hissetmeye bile cesaret edemiyoruz. 

Bir gün toprağın daha fazla konuşacak kelimesi kalmadığında ona dönüp bir şeyler söyleyebilecek miyiz? 

Toprağın üzerindeki o derin yaralar, içindeki bütün hayatı ne zaman sorgulamaya başlar? 

Belki o zaman anlarız: Doğa, bize gözyaşlarını gizlemeyi öğretmişti ama bir gün o gözyaşları hiç dinmeyecek; çünkü sabır, sonunda tükenir... Biz ise zamanın sonunda tek başımıza kalırız; çünkü doğa yalnızca insanları değil, insanlığını da terk eder.


Ali SUNGUR

Yayınlanma Tarihi: 09.09.2025 / Saat: 19.45

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.