Bugünün gençleri arasında sıkça rastlanan bir gerçeklik var: Ders çalışmak istememek.
Çoğu öğrenci, önünde duran kitaplara bakarken içinden bir direnç yükseldiğini hisseder.
Sayfalar açılır ama zihinde başka düşünceler dolaşır; kalem tutulur ama yazı bir türlü ilerlemez. Bu durum çoğu kez “tembellik” ya da “isteksizlik” gibi basit etiketlerle açıklanır. Oysa bu davranışın ardında çok daha derin psikolojik ve felsefi sorular gizlidir.
Öncelikle şunu sormak gerekir: Bir öğrenci neden ders çalışmak istemez? Dersin kendisi mi sıkıcıdır, yoksa başarı ile ders arasındaki bağ mı görünmez hale gelmiştir?
Modern eğitim anlayışında başarı, çoğunlukla sınav sonuçları ve notlarla ölçülür. Ancak insan zihni, yalnızca sonuç odaklı bir mekanizma değildir. Öğrencinin kalbine ve aklına dokunmayan bilgi, zihinde kök salmaz. Böyle bir durumda ders, sadece “ezberlenecek yükler” olarak algılanır. Doğal olarak da öğrencide öğrenmeye yönelik içsel bir istek oluşmaz.
Burada psikolojik bir noktaya temas etmek gerekir: İnsan, anlam bulamadığı hiçbir eyleme uzun süre bağlı kalamaz. Öğrenciler için ders çalışmak, eğer gelecekteki yaşamla bağ kurmuyorsa, sadece zorunluluk haline gelir. Zorunluluk duygusu da özgürlüğün karşıtı olduğundan, genç zihinlerde bir tür isyan yaratır.
Öğrencinin ders çalışmaktan kaçışı aslında özgürlüğe yönelişin bir biçimi olabilir. Ne var ki bu özgürlük yanılsamadır; çünkü okumaktan vazgeçmek, kişinin kendi geleceğine açılan kapıları kapatması demektir.
Felsefi açıdan bakıldığında, “okumak” yalnızca akademik başarı için değil, insanın kendi varoluşunu inşa etmesi için bir araçtır. Bilgi edinmek, insanın kendini tanımasının yollarından biridir.
Kitap sayfaları, sadece bilgi değil; aynı zamanda farklı düşünce dünyalarına açılan pencerelerdir. Ders çalışmayı reddeden öğrenci, aslında bu pencereleri kapatmakta ve kendini dar bir alana hapsetmektedir. Oysa insan zihni, sınırları zorladıkça gelişir.
Çalışmaktan kaçış, zihinsel tembelliği; zihinsel tembellik de yaşamın sıradanlaşmasını beraberinde getirir. Burada eleştirilmesi gereken nokta, sadece öğrencilerin isteksizliği değil; aynı zamanda toplumun “başarı” kavramını tek boyutlu hale getirmesidir.
Başarı yalnızca sınavlardan alınan notlara indirgenirse, öğrenmenin zevki kaybolur. Öğrenci kendini bir yarışta hisseder, öğrenme ise bir ihtiyaç olmaktan çıkar.
Bu yüzden, ders çalışmayı sevdirmek için önce öğrenmenin amacını yeniden tanımlamak gerekir: Öğrenmek, kendini geliştirmek ve dünyaya katkı sunmak için vardır.
Psikolojik açıdan bakıldığında, öğrencinin ders çalışmaktan kaçışını sorgulaması önemlidir. Acaba bu isteksizlik gerçekten “yapamama” korkusundan mı, yoksa anlam arayışının tatmin olmamasından mı kaynaklanıyor?
Belki de birçok öğrenci, ders çalışmayı erteleyerek aslında kendi kimliğini sorgulamaktadır. “Ben kimim, neden öğrenmeliyim, neden başarılı olmalıyım?” gibi sorular, her gencin iç dünyasında yankılanır.
Bu sorulara cevap aramak, ders çalışmaktan daha değerlidir; fakat cevapsız bırakıldığında derslerden kaçış olarak geri döner.
Sonuç olarak, öğrencilerin ders çalışmak istememesi yalnızca kişisel bir zayıflık değildir. Bu, bireyin öğrenmeye ve başarıya yüklediği anlamla ilgilidir.
Okumak ve başarılı olmak, dışarıdan dayatılan bir görev değil; insanın kendi varoluşunu anlamlandırma sürecinin parçası olmalıdır. Gençler, okumayı “başkalarının istediği bir zorunluluk” değil, “kendi hayat yolculuklarının rehberi” olarak görmeye başladıklarında ders çalışmaya karşı duyulan isteksizlik azalacaktır.
Okuyucuya düşen ise şudur: Belki de asıl sorgulamamız gereken, öğrencilerin niçin ders çalışmadığı değil; bizlerin niçin öğrenmeyi cazip kılacak bir ortam yaratamadığıdır.
Gerçek başarı, notlarda değil; merak eden, sorgulayan ve kendi potansiyelini gerçekleştiren bireyler yetiştirmekte saklıdır.
Zeliha TAŞ
Yayınlanma Tarihi : 23.08.2025 / Saat: 12.10