Gündelik hayatın içinde, çoğu zaman farkında bile olmadan bir koşuşturmanın içine sürükleniyoruz. Sabah gözlerimizi açtığımız andan itibaren “geç kalmama” telaşı, yapılacak işler listesi, yetişmesi gereken toplantılar ya da bitirilmesi gereken sorumluluklar zihnimizi dolduruyor. İnsan, bir noktadan sonra hayatını yaşamak yerine, hayatın ardında nefes nefese koşmaya başlıyor. Bu hız ve acele hali bize üretkenlik, başarı ya da zaman kazanma illüzyonunu sunsa da gerçekte çoğu kez daha derin bir yorgunluk ve doyumsuzluk bırakıyor.
Telaş, zaman algımızla doğrudan ilişkilidir. Modern insan zamanı bir kaynak, hatta tüketilmesi gereken bir malzeme gibi görmeye alıştı. Oysa zaman, doğada olduğu gibi akışkandır; ne hızlanır ne de yavaşlar. Bizim hızımız sadece kendimizi ilgilendirir, zamanın kendisini değil. Bu noktada belki Stoacıların öğüdünü hatırlamak gerekir: Kontrol edebileceğimiz şeylere odaklanmalı, edemediklerimiz karşısında ise dingin kalmayı öğrenmeliyiz. Acelecilik çoğu zaman kontrol edemediğimiz unsurları da denetlemek istediğimizde ortaya çıkar. Oysa hayatın akışı, bizim sabırsızlığımıza değil, kendi ritmine bağlıdır.
Acele etme hali, zihinde sürekli bir “tehdit” algısı yaratır. Yetişememe, geride kalma, fırsatı kaçırma korkusu... Beyin bu sinyalleri tehlike olarak yorumladığında stres hormonları devreye girer, kalp ritmi artar, dikkat dağılır. Bir bakıma kendi kendimizi sürekli bir alarm durumuna sokarız. Bunun uzun vadede kaygı bozukluklarına, tükenmişlik hissine ve hatta fiziksel sağlık sorunlarına yol açması tesadüf değildir. Yani hızlı yaşamak, aslında ömrümüzü kısaltmasa bile yaşadığımız anın kalitesini eksiltir.
Peki çözüm nerede saklı? Belki de cevabı, acele etmemeyi öğrenmekte. “Yavaşlık” burada pasiflik ya da tembellik anlamına gelmez. Daha çok bilinçli bir seçim, dikkatle yaşamak, anın farkında olmak demektir. Bir işi yetiştirmek yerine, o işi hakkıyla yapmak. Bir hedefe koşmak yerine, hedefe giden yolun da bize ait olduğunu fark etmek. Bu yaklaşım, modern psikolojide “mindfulness” yani bilinçli farkındalık kavramıyla örtüşür. Anda kalmak, telaşı azaltır; zihni sürekli yarının kaygısından bugünün huzuruna taşır.
Bir düşünelim: Aceleyle yediğimiz bir yemek gerçekten doygunluk verir mi? Yolda hızla yürürken yanımızdan geçen manzarayı görür müyüz? Ya da aceleyle dinlediğimiz bir dost, gerçekten sesini duyurabilir mi bize? Hayatı hızla tüketirken aslında farkına varmadan yaşamanın kendisini kaçırıyoruz.
Belki de esas sorgulamamız gereken şey, “neden sürekli acele ediyoruz?” sorusudur. Daha başarılı olmak için mi, başkalarının beklentilerini karşılamak için mi, yoksa aslında kendi içimizdeki eksiklik duygusunu bastırmak için mi? Her ne sebeple olursa olsun, bu telaş hali bizi yaşamın özünden uzaklaştırıyor. Hayatın anlamı, varılacak hedeflerde değil; o hedeflere giderken yaşanan süreçte gizlidir.
Sonuç olarak, gündelik yaşam telaşı içinde unuttuğumuz bir hakikat var: Acele etmemek, zaman kaybı değildir. Tam tersine, sakinlik ve yavaşlık çoğu kez daha derin bir kavrayış, daha sağlıklı bir ruh hali ve daha gerçek bir yaşam deneyimi sunar. İnsan, koşmayı bıraktığında değil; koşarken yaşamı ıskaladığında kaybeder.
Hatice GÜNDOĞDU
Yayınlanma Tarihi : 23.08.2025 / Saat: 11.15