Bir zamanlar insanlar hastalıkları vücutlarında hissederdi; ateş, baş ağrısı, kas ağrıları… Bütün bunlar bedeni saran izlerdi. Peki ya ruhun hastalıkları? Onlar ne zaman ortaya çıktı, nasıl büyümeye başladı? İnsanın içindeki bu boşluklarla nasıl mücadele edebilirdi? Zihnin karanlık köşeleri sessiz bir şekilde ilerlerdi. Ancak bugün, ruhsal hastalıklar bedenin tüm semptomlarını geride bırakmış durumda. 

Bir düşünün, çevrenizde kimse, belki de siz bile, bir kaygı, depresyon ya da anksiyete yaşamıyor musunuz? Kimse tek başına değil. Herkes bir şekilde bu çağın sıkıntılarıyla boğuşuyor. Sosyal medya, her an bilgi akışı, sürekli bir başarıya ulaşma baskısı… Her şeyden önce bu hızın içinde insan kendini kaybediyor; bir türlü yeterli olamamak, hep daha fazlasını istemek… Bu duyguların içinde kaybolan insanlar sürekli bir tatminsizlik içinde yaşamaya devam ediyor. 

Oysa bir zamanlar, belki sadece birkaç on yıl önce, insanlar hayatı basitlik ve huzurla yaşarken şimdi her şey bir yarışa dönüşmüş durumda. İnsanlar hem kendilerine hem de başkalarına sürekli kanıtlar sunmak zorunda hissediyor; başarı, mutluluk, huzur… Bunlar yalnızca birer etiket hâline gelmiş. Bu etiketlerin içinde içsel boşluk daha da büyüyor. 

İnsan bir şeylere sahip olduktan sonra daha fazlasını ister. Zihnindeki sesleri susturamaz, içine düşen karanlıkla baş edemez. Şimdi bir çılgınlık gibi görünen şey, aslında ruhsal bir hastalığın belirtisidir. Çoğu zaman insanlar bunun farkına varmaz. Sadece bir yerlerde eksik hissederler ve bu eksiklik onları kendi içlerine hapseder. 

Etrafımızda o kadar çok insan var ki… Başkalarının gözlerinde yansıyan bir yorgunluk, bir tükenmişlik var. Herkes bir şeyleri daha hızlı yapmak zorunda hissediyor, daha fazla verim elde etmek zorunda. İnsanın duygusal dünyası sanki bu makineler arasında unutulmuş gibi. Duygular ve düşünceler bir kenara bırakılmış, yalnızca başarı ve üretkenlik ön planda tutulmuş. 

Oysa ruhsal hastalıkların en büyük belirtisi de bu hızla birlikte yaşanan yalnızlık ve kendini kaybetmedir. Bir insan her ne kadar başarılı ve mutlu gözükse de bazen bu başarılar bir maskedir. Gözlerindeki yorgunluk, kalbindeki eksiklik kolayca fark edilebilecek izler bırakır. 

Kendi içsel yolculuğunu yapmayı unutan insanlar hep dışarıya bakar. En büyük savaş, insanın içindeki boşluğu, karanlık köşeleri kabul etmesidir. Toplum, kişilerin bu kabulleriyle yüzleşmesini engeller. Hiç kimse bir eksiklik olduğunu kabul etmek istemez; çünkü herkes başarıya, mutluluğa ve mükemmelliğe ulaşmak zorundadır. 

İçsel huzuru bulmak için bir şeyleri terk etmek, bir şeylere veda etmek gerekir. Ruhsal hastalıkların ortaya çıkmasındaki en büyük etkenlerden biri de budur: Herkes bir şeylere sahip olma, başarıya ulaşma derdinde iken içsel bir boşlukla baş başa kalır. O boşluğu doldurmak ise dışarıdaki hiçbir şeyle mümkün olmaz. 

Belki de çağımızın ruhsal hastalıkları, insanın kendi içindeki gerçekleri görmeyi reddetmesinden kaynaklanıyordur. Toplum ne kadar gelişirse insan o kadar yabancılaşır; zamanla bir gün bu yabancılaşma, zihninde patlayan fırtınalarla ortaya çıkar.


Ali SUNGUR

Yayınlanma Tarihi: 02.09.2025 / Saat: 17.00

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.